İlk yazımda daha genel bir konu olarak Türkiye’deki Çin menşeli ürün algısından bahsederek başlamak istiyorum.
Türk firmaları ile her toplantımızda üzerinde durduğumuz husus, Çin’e olan bakışımızın değişmesi gerektiği olurdu. Çin’in artık sadece bir tedarik ülkesi olmadığı, en önemli pazarlardan birine dönüştüğü, iç piyasadaki büyüme oranları ve Çin halkının inanılmaz bir hızda zenginleşmesinden bahsederdik. Bu ifadeleri destekleyecek birçok grafiği internette kolaylıkla bulabilirsiniz.
Bu büyümenin en ciddi göstergelerinden birisi lüks tüketim ürünleridir. Bu konu Çinliler açısından çok farklı bir yere oturuyor. Dünya’daki lüks ürün talebinin %25’i şu an Çin’den kaynaklanmaktadır. Bu rakamın önümüzdeki on yılda çok daha yukarılara ulaşabileceği çeşitli araştırma şirketlerinin raporlarında yer alıyor.
İstanbul’a bin bir nazla gelen yabancı lüks tüketim markaları, Çin’in daha az zengin olan ikinci gurup şehirlerinde dahi yer kapma yarışı içerisinde. Özellikle yabancı marka algısı çok yüksek bir noktaya ulaşmış durumda ve ülkede daha önce yerli üretim kaynaklı gıda güvenliği travmaları da bu algıyı besliyor.
2008 Süt Skandalı
2008 yılında yaşanan ve yaklaşık 300.000 çocuğu etkileyen süt skandalı bunların en önemlilerinden birisi idi. O dönem çok net anlaşılmasa da bu olay aslında hem Çin devletine hem de üreticilere net mesajlar vermişti. Bu olay karşısında Çinli otoritelerin üreticilere yönelik aldığı sert kararlar ve yabancı süt markalarının pazara girişlerine izin verilmesi, zenginleşen Çin halkının güvenilir/kaliteli ürün talebinin önünde hiç kimsenin duramayacağını açık bir şekilde göstermişti. Refah seviyesi son derece hızlı bir şekilde yükselen 1,4 milyar nüfuslu bir pazarda böylesine bir talebin oluşması da haliyle büyük bir çekim etkisi oluşturmuş durumda. Bugün bile çoğu yabancı markanın en büyük gelirlerinin Çin’den olması bu talebin karşılıksız bırakılmadığını açıkça gösteriyor.
Ama halen Çin denince Türk insanının aklına semt pazarlarında satılan basit ürünler gelir. Böyle olması da son derece normal çünkü Çin’in dünya ticaretine dahil olma süreci zaten bu şekilde başladı. Halihazırda Çin’in en önemli ticaret merkezlerinden olan Zhejiang eyaletinin Yiwu şehri 1,5 milyonluk nüfusuyla ve çoğunlukla bu tür ürünleri ihraç ederek yıllık 70 milyar dolara yakın gelir elde etmektedir. Bu şehir, Çin Devlet Başkanı’nın kendi tabiriyle, “world’s capital of small commodities” olarak bilinir. İngilizce söylendiğinde daha havalı duran bu ifade aslında Türkçe’ye tercüme edildiğinde “1 milyoncu”larda satılan ürünlere tekabül ediyor.
Her ne kadar kırsal alanlara yönelik son derece başarılı bir kalkınma modeli olsa da Çin, üzerine yapışmış bu etiketten bir an önce kurtulmanın derdinde. Elbette bu tablonun bir anda değişmesi mümkün değil ancak zaman Çin’in lehine işliyor. Zaten neredeyse dünyanın birçok ülkesinin en büyük ticaret partneri haline gelmiş durumdalar. Bu pazar payını da kademeli olarak emek yoğun mallardan teknoloji ağırlıklı ürünlere doğru kaydırdıklarını görmek mümkün.
Hatta sadece Çin değil, yıllarca ülkemizdeki Japon pazarlarında bu tür ürünler satılırdı. Bizim neslimiz, Japonya’nın bütün bu alanlardan çıkıp tamamen katma değerli ürünlere yaptığı hızlı geçişe bizzat şahit olmuştur. Şu an yüksek teknoloji ağırlıklı üretimi önceleyen Çin’in de aynı şekilde ilerlemesi hiç kimse için sürpriz olmayacaktır.
Beni en çok şaşırtan noktalardan birisi de bizdeki bu düşük kaliteli Çin ürünü algısının aslında Çin halkında da çok ciddi bir karşılığının olmasıydı. Onların da en az bizim kadar bu algının farkında olduklarını ve bu durumdan duydukları rahatsızlığı Çin’de yaşamaya başladıktan sonra fark ettim. Çin’in son dönemde zenginleşen birçok şehrinde insanlar Çin’de üretilmiş ürünlerden uzak durmaya çalışır. Şanghay’da ise bu durum artık bir tüketici alışkanlığına dönüşmüş durumda.
Çin'e ilk geldiğim dönemde süpermarkette kasa kuyruğunda beklerken, alışveriş sepetimdeki ürünleri göz ucuyla inceledikten sonra, sepetimdeki Çin markası çamaşır deterjanını gördüklerinde Çinlilerin yüzlerinde oluşan o şaşkın ifadeyi hiç unutmuyorum. Halbuki alışveriş yaptığım markette son derece bilinen ve belirli standartlara sahip ürünler satılıyor, hatta elimdeki ürün aslında dünyaca bilinen bir markanın Çin üretimi idi. Paketi tamamen aynı ancak üzerinde Çince markası vardı.
Çinli tüketicilere daha iyi hitap edebilmek için milyonlarca dolar harcayıp ürünlerini ve operasyonlarını lokalleştiren dev markaların karşısına hiç beklemedikleri duvarlar çıkabiliyor. Yabancı markaların, bu farklı algı nedeniyle Çin’de yaptıkları özellikle gıda ve kozmetik üretimlerini olabildiğince yurtdışına ihraç ettiklerini, yurtdışı üretimlerini ise Şanghay’daki raflarda sergilediklerini de sonradan öğrenecektim.
Her ne kadar ülkenin birçok alanda kendi belirlediği, hatta zaman zaman tüm dünyaya empoze etmeye çalıştığı ürün standartları olsa da, Çin’in halen tam olarak sonuç alamadığı en önemli unsurlardan birisidir kalite yönetimi. Gıdadan tekstil ve kimyaya, otomotivden makine ve elektroniğe kadar birçok üründe yabancıların denetimi ve gözetimi altında yapılan üretim faaliyetleri çok daha sorunsuz gerçekleşebiliyor. Bu bağlamda dünyanın üretim merkezi olma özelliğine sahip Çin’in yabancı teknik personel talebi de her geçen yıl daha fazla artıyor.